Zeynep Erol, Rengin Sakaoğlu ile birlikte OkYunus Kişisel Dönüşüm Merkezi’de.
Rengin Sakaoğlu ile Sohbet
Zeynep Erol, Rengin Sakaoğlu ile birlikte OkYunus Kişisel Dönüşüm Merkezi’de.
8 Şubat 2020 · Nilüfer, Bursa
Güneş Bazen Mavi Doğar’ın ingilizcesi “Sun Sometimes Rises Blue” olarak
Amazon.com da satışta
TUYAP KITAP FUARI İMZA GÜNÜ
Rengin SAKAOĞLU
11 Kasım Cumartesi 14:30 – 15:30 arasında
TUYAP kitap fuarında
Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi Cumhuriyet Mahallesi Eski Hadımköy Yolu Caddesi 9/1, 34500 Büyükçekmece, İSTANBUL
Rengin SAKAOĞLU – Hande AKIN – Merhaba Hayat, KRT TV söyleşisi – 27 Eylül 2017
Rengin Sakaoğlu, ‘Güneş Bazen Mavi Doğar’ isimli kitabından sonra ‘Vuslat’ isimli yeni bir şiir kitabı çıkardı. İçindeki ilahi aşk ile kuantumu birleştirdiğini ifade eden Sakaoğlu, yeni kitabında bunlardan da izler olduğunu ifade etti.
İçindeki ilahi aşkı kuantum ve tasavvufla da buluşturan yazar Rengin Sakaoğlu “her yaşam bir şiir, her yaşam bir dua” diyerek yeni kitabı ‘Vuslat’ hakkında konuştu.
Kitabınızda hem kuantum hem de dinsel öğeler var, ikisini nasıl harmanladınız?Kuran, bütün ilimleri kapsayan bir bilinç hali. Kuran’ın bütün bunları kapsama durumu var. Fakat bizim Kuran’ı ya da başka bir kitabı veya kuantum fizik alanını, kimya alanını; neyi okuyorsak, hangi zihinle okuduğumuz önemli. İlk önce okuyacak olan mekanizmayı iyice tanımamız lazım. Yoksa Kuran, kuantum, fizik veya kimya okumayı biliyor muyuz, okumayı öğrenmekle alakalı mesele.
“Okumak” gerçekten nedir?
Normalde okumak nedir? Kitabı alıp harfleri bir araya getirip okumaktır. Başka bir bilinçte; bütün alem, gördüğümüz her şey bir söz söyler bize. Eğer gerçekten okuyabiliyorsak, o şeye bakabiliyoruz demektir. Bakabilmek, “seyir” demektir. Bununla ilgili daha çok şey söylenebilir ama Kuran-ı Kerim “Oku” ile başlıyor, Mevlana’nın Mesnevi’si “Dinle” diye başlıyor. Okumak ve onların anlatmaya çalıştığı manada dinlemek için bir eğitim gerekli diye düşünüyorum. Benim için en azından öyle gerekti.
“Akıldan gönüle, gönülden beyne” diye bir söyleminiz var. Neyi ifade ediyorsunuz?
Yani zihnimizdeki bütün olmazların olur, olurların olmaz olması. “Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” diyen manevi büyüklerimiz var. Şu anda bütün nöroformat çalışmaları aynısın söylüyor. Tabii ki söylerler çünkü hakikat öyle.
“Neden değil, nasıl diyelim” diyorsunuz. Yargı içeren “nasıl”ı sormamayı çok okudum. Sizin dediğinizde ise bilme isteği var.
Evet, oradaki bilince ulaşmaya gayret var orada. Yoksa “nasıl”ı da “neden” şeklinde sorsan aynı şey. Hani diyor ya Yunus Emre, “Sözü nice güzel söylese, sözü dayağa benzer.” Yani söylediğiniz enerji hali mühim. Yani ne söylediğiniz de mühim ama esas onun enerjisi önemli.
Okumak için bilincin açılması gerekiyor demiştiniz kitapta. Bilincin açılması kendiliğinden olan bir şey değil herhalde.
Kendiliğinden olur olmaz, Allah bilir orasını. “Gerekiyor” da demem ben. Kimine öyle olur, kimine böyle olur, ben sadece içimdeki tecrübeden yola çıkıp birkaç kelime söylemeye gayret ettim. Tek bir format yok. Söyleyebildiklerim çok az zaten
Nisan ayında okurlarla buluşan ve kısa sürede en çok satanlar listesinde zirveye oturan Rengin Sakaoğlu’nun “Güneş Bazen Mavi Doğar” isimli kitabından sonra yeni heyecanı “Vuslat” da şiir severlerle buluştu.
İkinci kitabıyla milyonların yaşamında yeni kapılar aralayan yazar ikinci eseriyle de okuyucularını taçlandırıyor.
Rengin Sakaoğlu kitabıyla ilgili merak edilenleri Pozitif Dergisi’nde anlattı. İşte o söyleşiden satır başları:
“Hem Kuran’dan hem de kuantum alandan aynı cümleler içinde bahsediyorsunuz. Bu alışık olmadığımız bir şey… Unuttuk mu yoksa yanlış yerden mi başladık?
Kuran, bütün ilimleri kapsayan bir bilinç hali. Kuran’da bütün idrakları kapsama durumu var. Fakat bizim Kuran’ı ya da başka bir kitabı ya da başka bir söylemi veya şu andaki kişisel gelişim veya kuantum ya da fizik alanını, kimya alanını; neyi okuyorsak, hangi zihinle okuduğumuz önemli. Yani Kuran mı okuyoruz, İncil mi okuyoruz, matematik kitabı mı okuyoruz fark etmiyor; fakat bizdeki sistemde kıyasi bir akılla mı bakıyoruz -ki buna amigdala deniyor veya külli bir akılla bakmayı öğrenebilir miyiz-ki bu epifiz bezinin devreye girmesi demek. Eğer biz kıyastan, külli bir idrakageçebilirsek, böyle bir oluşu fark edersek bütün ilimlere böyle bakabilirsek bakış açımız değişecektir.
Bütün ilimler Allah’ın ilmidir, hepsini kapsar, eğer biz kendi mekanizmamızla bunu işletebilirsek, fark edebilirsek; yani ciğerimiz ve böbreğimiz, iskeletimiz, enerji sistemlerimizin çalıştığını fark edebilirsek, hele bir de Ademiyetimizi bu sistem içinde fark edebilirsek, bizim kitapları okumamız, ilmi değerlendirmemiz, bilgiye bakış açımız, farklı olacaktır. O zaman bütün anlatımların cevabını gönül sistemimizle gerçekten okumaya (gönül alanının beyinden çok daha fazla bir manyetik alana sahip olduğunu fark edeceğiz), kendi kitabımızı okumaya ve kendi kitabımızı baştan yazmaya başlayacağız diye düşünüyorum.. İlk önce okuyacak olan mekanizmayı iyice tanımamız lazım. Yaksa Kuran, kuantum, fizik, kimya, herhangi bir şeyi okumayı biliyor muyuz, okumayı öğrenmekle alakalı mesele.
“Bu, kainatın kitabını okumaktır.”
“Okumak”gerçekten nedir?
Normalde kıyasi bir bilinçte okumak nedir? Kitabı alıp harfleri bir araya getirip okumaktır. Başka bir bilinçte; bütün alem, gördüğümüz her şey bir söz söz söyler bize. Bu, kainatın kitabını okumaktır. Benim hissettiklerim, düşündüklerim, anneden-babadan getirdiklerim, DNA’larım, genlerim, oluşum, yaşadıkları; bunları okumaya gayret etmektir. Eğer gerçekten okuyabiliyorsak, o şeye bakabiliyoruz demektir. Bakabilmek,“seyir” demektir. Seyir iseepifizbezinden olur. Bu yaşadığımız şeyden bir an için gerçekten ayrılıp, başka bir formatta görebilmek demektir. Bununla ilgili daha çok şey söylenebilir ama Kuran-ı Kerim “Oku” ile başlıyor,Mevlana’nın Mesnevi’si “Dinle” diye başlıyor. Okumak ve onların anlatmaya çalıştığı manada dinlemek için bir eğitim gerekli diye düşünüyorum. Benim için en azından öyle gerekti.
Bu eğitim bir mürşidin elinden tutarak mı olmalı?
Bu benim için öyle… Daha önce bir süre enerji çalışmaları yaptım, fakat beni bir türlü tatmin etmedi. Daha önce bunu okumayı becermiş biri, sana da bu kitabı nasıl okuyacağını öğretir. Ne okuyacağını değil ama nasıl okuyacağını… Yani nasıl öğretmen sana kalem tutmayı öğretiyor, bunun gibi… Sizin kendi içsel okuma yetinizi nasıl kazanabileceğinizin eğitimini veren sistemler bunlar. Aslında “mürşit” Allah’ın ismidir, “mürit” de Allah’ın ismidir. Aslında bize anlatılmak istenen, bir insana evet denildiği vakit, oradaki arkasında duran bütün sistemi okumaya evettir. Onu okurken kendi kitabımızı okuruz. Aslında tam kişiselleştiriyor gibi dururken, tamamen oradan çıkmakla alakalıdır.
Mürit-mürşit ilişkisi çok yargılanan bir konu. Bu bizim belki gördüğümüz ya da hiç göremediğimiz deneyimlerden kaynaklanıyor olabilir.
Bu yol, gönül ve aşkla gidilir. Gönül ve aşkta kıyasi akılhesaba çok katılmaz. Kıyasi akıl lazım değil mi?Lazım. Fakat işlevi bir yere kadardır. Bütün tasavvuf öğretilerinde ve eğitimlerinde gönlü aktive etmekle alakalı bir bilgi vardır, hakikat vardır, gerçeklik vardır. Şu anda batı dünyasında da birçok eğitim veriyor ama bu noktayı söylemiyorlar. O noktanın en güzelinin de Allah isminde ve Muhammed isminde gizli olduğunu düşünüyorum.Bunun sizin vücudunuzda ve isminizde değil ama indinizdeki paha biçilmez bir güzellik olduğunu söyleyebilirim. Hiç kıyasa gelmez bir güzellik.
Kıyasi akıl ne demek?
Kıyasla seyreden demektir. Bizde bir sürü sistem var. Sistemlerimiz nedir? Mesela madeni sistem vardır bizde. Demir var, ne yapar, çekim alanı yapar mıknatıs gibi. Karaciğerimizde altın var. Bir tarafımızda bakır var. Biz bitki yiyoruz. Et yediğimiz zaman da o etin aslı bitkidir. O hayvan da bitki yer, et olur, biz de onu yeriz. Bitkilerle beslenme sistemimiz var, bizi oluşturan, bir boyut, bir gerçeklik var. Hayvaniyetimiz var. Bu nedir? Çiftleşiriz, lazım olunca yeriz, bir sürü hayvani özelliklerimiz de var. Fakat bizim bu formatta insan olmamız istenmiştir. Fıtratımızda bu vardır. Yani bizi tatmin edecek şey budur.Bir de aklımız ve muhakeme yeteneğimiz, düşünce formatlarımız var. Bir nefs alanından yaratıldığımız içni bütün alemin bilinç sistemleri, düşünce kalıpları aynen bizde de var. Bütün bunlarla beraber, bizim bir hakikatimiz ve oluş formatımız var ki buna insan deniyor, Adem deniyor ve bizim bu formatı bu yeryüzünde bir anneden-babadan doğmuşken bulabilme imkanımız var. Dinler aslında devamlı “Böyle bir formatın var, bunu fark et” diye davet ediyor. Biz eğer bu formatı fark edebilirsek, kendimizi ifade ettiğimiz, tanımladığımız anne, baba, kadın, erkek, başarılı, iş kadını formatlarınıherkesin kabul ettiği, etmediği, beğendiği, beğenmediği, bütün formatları fark edip bunun ötesinde başka bir şey var mı diyebildiğimiz bir noktada cevap, “Evet var”. Bizim bu alemde, bu beşer kisvesinde, beş duyuyla hareket eden formattan, Adem formatı denilen bir yere doğru, Allah’ın sonsuz yaratım noktalarında içimizde, gönül mabedinde daim var olan bir güç olduğunu fark etmeye doğru bir yoluculuğumuz olabilir.
Kıyasi idrak ve zihin bunu yapmamıza izin vermez. Bunun da bir doyum noktası var. Allah’ın muazzam oluş sisteminde bunun da böyleolmasının bir sebebi var.Gene de bize her an şöyle bir teklif vardır: Sen bu Ademiyeti fark edebilirsin, Ademiyeti fark etmek demek, melekeleri ve melekut alemini, meleklerle işleyen sistemin bu vücut formatında da zuhur edebileceğini ve yaşanabilir bir sistem olduğunu ve bunun bilinebileceğini, bulunabileceğini, Allah’ın bilinebileceğini, bulunabileceğini;Muhammed denilen,hamd eden, muhabbet zevklerinin burada bulunup yaşanabileceğinin bir işaretidir. Ama kıyastaki bir zihin bütün bu sistemleri tanır da Ademiyete, meleki sisteme veya Allah’ı bilmeye doğru bir rezistansı olabilir. Bizim vaktimiz gelmişse, rezistansı bırakıp ötesindeki bütün bu oluşlara eyvallah deyip gönlümüzü açabiliriz, Allah’ın izin verdiği kadar. Çünkü açılan da açılmayan kadar güzeldir, hepsi güzeldir.
Yeni ortaya çıkan kişisel gelişim tekniklerinde çoğu zaman bir yere kadar gelinip “Eee sonra?” denilen bir nokta var. O nokta burası mı?
Birçok kişisel gelişim eğitimi aldım. Her birinin sonunda “E burası buraya kadar mı, olmuyor…” düşüncesi bende zuhur etti. Herkeste nasıl oluyor, bilmiyorum. Ama bir insanla karşılaştığım zaman bana bu noktaları nasıl yaşayabileceğimi, nasıl tatmin olan bir nefse dönüşebileceğimi fark edebilmeliyim. Tatmin olmak,‘hııı’ deyip bir şeyin hakikatini bulmaya doğru yol alan bir nefsin eyvallah demesidir. Gerçek manada kendi özünü, kendi esmalarını, Allah’ın zatından oluşmuş olan bütün özünü fark edebilmesi ve burada bunu zuhur ettirmeye doğru bir yol olduğunu bulmasıyla alakalı bir şeydir.
“Akıldan gönüle, gönülden beyne” diye bir söyleminiz var. Neyi ifade ediyorsunuz?
Bizim kıyasta bütün iman ettiklerimizin, daha doğrusu bütün inanç kalıplarımızın küfre (perdeye) dönüşmesi, yani zıddına dönüşmesi, bütün perdelenenlerin de zuhura gelmesi gibi bir format gerekiyor. Yani zihnimizdeki bütün olmazların olur, olurların olmaz olması. “Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” diyen manevi büyüklerimiz var. Şu anda bütün nöroformat çalışmaları aynısın söylüyor. Tabii ki söylerler çünkü hakikat öyle. Zihniyetimizdekibütün değişim ve dönüşümün gönül evinde, yani Allah’ın “Ben alemlere sığmam, bir gönüle sığarım” dediği noktada, gerçekte kendi manasını bulması var. Gerçekten gönül evi denilen, Allah’ın evi denilen, Kabe’nin bulunduğu yer, zuhurda “Kabe”, batında “insanın kalbi” olan o noktayı fark etmekle alakalı bir durum zuhura geldiği vakit bütün olmazlar ve olurlar gerçek manalarına yavaş yavaş kavuşmaya, akmaya, canlanmaya başlaması ve kendi hakikatlerine doğru dönmekten dolayı sonsuz bir neşenin var olması fark edilir.
Kişisel gelişim sistemlerinin çok güzel olduğunu düşünmeme rağmen beni bu noktaya taşımadılar. Bu noktaya taşındıktan sonra hepsi daha güzel manalar ifade etmeye başladı. Bu benim yolculuğumda olan bir şey ama Hacı Bayram Veli’den Hacı Bektaş’a, Yunus Emre’den Mevlana’ya, Şems-i Tebrizi’den Peygamber Efendimiz’eve bütün peygamberlerin fark etmemizi salık verdikleri, istedikleribir gönül noktası bu -ki bu nokta zuhura gelmeye başladı mı, sonsuz aşk ve muhabbet, sonsuz yaratım halini zevk eden bir Adem’e dönüşmek olasılığı var.
Diğer eğitimlerde bir noktaya kadar bir şeyler söylüyorlar fakat gönüldeki o zevk, o aşk ve muhabbet noktası biraz eksik kalıyor, Allah da tamamlar diye düşünüyorum. Bunun şöyle dini bir anlatımı da var:Bunlar yaşanmaya başladığı vakit, bütün kişisel gelişimler,“deccal” denilen anti his, duygu ve oluşum bunu mümkün kılmaz, bunu bitirir. Ama İsa gelecek derler -ki İsa hep vardır, bir bilinç halidir ve gönüllerimizde bir noktadır aslında- İsevi zevk zuhura geldiği anda bununla başa çıkar. Başka kelimelerle de ifade edilebilir, oradan da muhabbete ve Muhammed’e başka bir yol olduğunu düşünüyorum. Bunun da paha biçilmez kıymette olduğunu düşünüyorum. Bir insandan yaşanabilinir, seyredilebilinir, fark edilebilinir ve hepimize de bu yol açıktır.
“Eski enerji” sözü çok kullanılıyor. Ve dinler eski enerjiydi deniliyor ve siz şu anda bambaşka bir şey söylüyorsunuz. Neden böyle bir algı var?
Kuran-ı Kerim’de Allah diyor ki, “Ben dinimi tamamladım”. Din tamamlanabilir bir şeydir. Onu Allah tamamlar. Allah’ı bulmak lazım ilk önce. Allah’a emin olmak lazım, Muhammedül emin gibi. Ondan sonra din kuralları gibi şeylerbizde tamamlanmış olabilir. “Amin” diyorum ben buna. Bizim zihniyetimizdeki algıyı değiştirmemiz lazım. Mesela “şeriat” diye bir şey söyleniyor. Şeriat, şartlar demektir, işaret de demektir. Evet,şurada yaşayan herkes bir işaret bırakır. Biz o işaretlerden de duyar ve öğreniriz ve o işaretlerin bizde ne anlama geldiğine dair bir soru sorarsak biz orada hakikati bulabiliriz. İşaretleri yok saymak çok işimize yarayan bir şey değil. Dinler eskide kaldı gibi söylemler -ki ben de böyle söylüyordum eskiden, o zaman sen din ol da geç, orayı ol, geçmiş olur o zaman.
Kitabınızda “Kuran-ı Kerim Rabca’dır” diyorsunuz.
Biz çok kısıtlı bir bakış açısından bakıyoruz. 1400 sene bize göre çok fazla. Ama başka bir boyuttaki hakikate göre çok az bir süre. Kuran-ı Kerim evet Arapça değil. O zaman bence bir şeyi okurken o lisanı öğrenmek yazım. “Bu nasıl okunur acaba?” diye bir soru sorabilirsek, kibrimizi ve gururumuzu bir nebze kurban yani yakın getirmiş oluruz. Oraya biraz daha teveccüh ederiz yani onu gönül haliyle seyretmeye doğru bir akışa doğru döneriz. Bugün benim ismim Rengin, yarın hiç olmayacak ama Muhammed ismi her zaman var. Neden? Çünkü muhabbet hep var. Ahmet, Muhammed, Mustafa ve Mahmut isimleri Allah’ın o bilinçlerdeki isimleridir. Kişisel, şahsi, Ademiyet isimleridir. Bizim kendi ismimizi buna kurban etmemiz, (kurban, kurbiyet ve yakınlık demektir), o isme ve o enerji moleküler vibrasyonuna yakın getirmek demektir. Başka bir şey değildir aslında. Ben buna “Amin” diyorum. Hepimize çok kolay ve zevkli olsun. Böyle bir formasyon var çünkü. Kuran’ın“anda kurulan” bir manası da vardır. “Eğer sen bunu fark edebilirsen gönlün canlı Kuran olur” diye bir söylem var.Bir yaprak bir yaprağın aynısı değildir. Benzer fakat aynı değildir. Onların hepsine aynı dersek, sıkıcı bir şey söylemiş oluruz. Halbuki her an yeni bir formatla, yeni bir oluşumla yepyeni olandır Allah, “ulviyet” ismiylebir gönülden yepyeni uygulanır ve zuhur eder. O yüzden bir sürü şablon gibi programlar varsa da bütün alemde, nasıl yaşanacağı, o anda, o gönle göredir. Oradan zuhur edilen de Kuran’ın ta kendisidir.
Allah’ın bir tanımı var mıdır? Herkes farklı mı yaşar?
Tanımlamaya, bir formata sokmaya çalışan kıyasi zihindir ama suretlerdedeğil,siret olarak bilinir. O yüzden de Allah ismi bir zerreye isim olarak verilmez. Çoğulu yoktur, dişisi yoktur, erkeği yoktur, zıddı yoktur, sadece gönüllü zuhur etmiş olan bir zerreden bilinir Allah. Kendini böyle tarif ettiği için böyle söylüyoruz. Kıyastaki zihin formata sokmaya çalışır. O formatlarla Allah bilinemez. Onun kendi söylemi bu. Ama Ademiyet ismi Allah’ın kendisinin zuhur ismidir. Adem olarak bilinir. “Ben Adem’den bilinirim” der ve diğerbütün peygamber zevklerinden de bilinir.
Kitapta “Allah”, “Rab”, “Hak” kelimeleri geçiyor. Bunların hepsi ayrı mı?
Ayrı manalara da geliyor çünkü ismi farklı, formatı farklı, yani kelimenin oluş şekli farklı. İsim aldığı zaman belli bir yerde, belli bir formatta bir oluşumu da vardır. Ama bu beşer aleminde “Mr. Allah” diye biri olmaz, olmamıştır. Kendi öyle yapmadığı için. Allah ismi öyle olmadığı için. Fakat zatı itibariyle münezzehtir. Hangi oluşuma Allah desek aynı değil, gayrı değil, ayrı değildir. Bunu fark etmek gönlün işidir, zihnin işi değildir. O yüzden bizim işimiz gönlü zuhura getirmektir, Allah’ı formata sokmak değil.
Kitaptaki bir anınızda Şeyh Baba size “Allah’tan değil kendinden iste” diyor. Orada siz şaşırıyorsunuz. Ne demek istedi orada size?
Ben o sırada kıyasi bir bakış açısındaydım. Demek istediği şey, “Gerçek sen olan özün bütün bir meleki sistemdir ve Esma-ül Hüsna’dır. Sen oradan istemeyi, oradan zuhura getirmeyi öğren. Bu Allah’ı bilme, Allah’tan isteme anlamına gelmiyor. Daha çok, daha iyibil ve kendinden nasıl istediğini de öğren”manasına geliyor. Bu kıyasi bir bakış açısından çıktıktan sonra zuhura gelebilen, fark edilebilen, talep edilebilen ve işleyebilen, çalışan bir durum. O yüzden biz kimseye “Sen öyle ol, böyle ol” demiyoruz. Ama isterse kendisinde var olan bir sistemi çalıştırmayı öğrenir. O zaman keşfi açılır.
“Meleki sistem” dediniz. O da o zaman bizim içimizde, dışarıda değil, öyle mi?
Dışarda değil, indimizde var olan bir sistem. Tüm Esma-ül Hüsna zaten hepsi meleki sistem. Kıyasi akılla meleki sisteme bakıyorsak orada büyük yanılgılar olduğunu düşünüyorum. Bizim beşer sistemiyle mi, meleki sistemle mi çünkü eğer biz kıyasi bir akılla da meleki sisteme bakıyorsak, orada da yanılgı olduğunu düşünüyorum. Çok büyük yanılgılar var.
Allah’ı bilmek ilk iş yani, “Eşhedüenla ilahe illallah”, ilk yani. Ondan sonra diğer sistemleri okumakla alakalı bir durumumuz olabilir. Çünkü İslam olmak, barış demektir yani selam, selim, aklıselim, kalbiselim kökünden gelir. Din dedikleri şey “İslam”dır. Bunun tahakkuk ettiği bir zerre İslam olmuştur. Onun hakikatini de Allah bilir. Bunun içindedir hepsi. Bize göre Adem de İslam’dı, Muhammed de İslam’dı.
Kıyasi bir zihin, “Ben benim” derse oradaki formatında takılır. Onun kıyastan külli akla dönüşmesi biraz emek gerektiriyor.
Kişisel gelişim bilgisinde“Ben benim” ifadesi çok kullanılıyor. Bunun ötesi mi var?
Bunun hangi idrakla söylendiği çok önemli. Çünkü kıyasi bir zihin, “Ben benim” derse oradaki formatında takılır. Onun kıyastan külli akla dönüşmesi biraz emek gerektiriyor. Onun o külli akıldan gönle bırakılması ve gönül halinin daim, aktif bir şekilde sürmesi… O zaman o insan“Ben” dese de olur, demese de olur, ne söylense olur. Fakat daha önce kıyasta duran bir bilinç,“Ben evrenselim” der ama gerçek manada duran bilinçse kim ona neyi söylerse söylesin onu kabul eder. Orada sıkıntı olmaz. Çünkü hepsinin Allah indinde sonsuz bir yaratım manası var. Bu da paha biçilmez. İster pozitif olsun, ister negatif olsun; ne derse desin.
Okumak için bilincin açılması gerekiyor demiştiniz kitapta. Bilincin açılması kendiliğinden olan bir şey değil herhalde.
Kendiliğinden olur olmaz, Allah bilir orasını. “Gerekiyor” da demem ben. Kimine öyle olur, kimine böyle olur, ben sadece içimdeki tecrübeden yola çıkıp birkaç kelime söylemeye gayret ettim. Tek bir format yok. Söyleyebildiklerim çok az zaten.
Kuantum alanın tanımı nedir?
Fizikçiler çok iyi bilirler, ben çok iyi bilmiyorum. Atom altı diyorlar, fakat muazzam bir enerji sisteminin içinde bulunduğumuzu fark ettiğimiz zaman bizim bu kıyasta duran benliğimiz yavaş yavaş erir zaten.Öyledir… Zuhuru, hakikati, Muhammedi olarak zevk ediyorum. Fark edilmesi başka, zuhurda zevk edilmesi başka bir şeydir, anlatılması uzundurama atom altı olduğu için her şey atomdan var olan bütün madde alanı. Hepsiyle muazzam bir ilişkide olduğumuzu,her sözümüzün, her hissimizin form aldığı bilgisi ve bütün bunların aslında var oluşta, bir sonraki adımda gerçek zevk edişimizle birlikte o formatların oluştuğu bilgisi. Bununla ilgili daha bir şey söylenebilir. Çok iyi bilenler var, ben o kadar iyi bilmiyorum. Şöyle bir güzelliği olduğunu düşünüyorum; daha önce bütünmaster’ların, guruların söyledikleri alan şu anda fiziğin alanıoldu,fizik eğitimi veöğrenimi oldu. Newtonium fizikten kuantum fiziğine doğru bir fark ediş oldu. Daha önce manevi veya enerji dediğimiz şeyler fiziki bilgi haline şu anda önümüzde duruyor.
Kitapta kuzeniniz için bir şeyi çok istiyorsunuz ve o size nasip oluyor. “Bu ilahi bir sırrı içeriyor” dediniz. Ben şöyle yorumladım, sizden başka bir şey, başka biri olmadığı gibi bir sır mı?
Bu kuantum alanda ya da fark ettiğiniz bir boyutta bütün istekler size dönüyor. Aslında isteyen Allah ve Allah isterse isteyebiliyorsunuz. Allah’ı fark ettiğiniz zaman bu isteği ancak o zaman isteyebildiğinizi görüyorsunuz. Daha önce duayla istemeyi istiyorsunuz veya o durumu istiyorsunuz. Fakat birden bire bir istek geliyor ve o isteğin Allah’tan olduğunu fark ettiğiniz zaman “Allah isterse zuhura getiriyor” cümlesi de geliyor. Burada “ayrı”lıktan değil,“beraber”likten bakabildiğiniz, seyredebildiğiniz zaman başka oluşumlar ve zevkler de var. Mesela diyelim ki ben bir şey olmak istedim ve olmadı. Ben buna kıyastan bakarsam kıskanabilirim,“Ona oldu, bana olmadı” derim. Ama ben kuantumla bakıyorsam, kolektif bilinçte isem,Rengin zerremi o bilince taşıyabildiysem şöyle diyebilirim: “İstedim oldu.”
Pozitif Dergisi Röportajı
13 Temmuz 2017
.
.
.
.
.
.
Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman‘la söyleşi:
‘Güneş Bazen Mavi Doğar’ diye bir kitap yazdınız. Okurken çarpıldım. Bazı yerlerini anlamadım, tekrar tekrar okudum. High School’da okumuşsunuz, Boğaziçi Ekonomi’yi bitirmişsiniz. Siz, hayatınızı farkındalığa adamışsınız, uzun bir içsel yolculuğa çıkmışsınız. Hem Kuran’ı biliyorsunuz hem tasavvufu hem de kuantumu…
– Estağfurullah! Bildiklerimiz okyanusta bir damla dahi etmez. Bilmiyorum, sadece içimden gelen bir istek var…
Nedir o istek?
– Bu zamanın ilmiyle, Kuran’ın ve peygamberlerin getirdiği ilimleri bir arada söyleyip, yeni sözler ve yeni hallerle ifade edebilmek. Mevlana’nın, “Cancağızım, yeni şeyler söylemek lazım!” sözü, bu manada naçizane biraz yakın geliyor bana. Çünkü bazı şeyler, kalıplaşmış şekilde söylendiği vakit duyulamadığını fark ettim. Ben de duymuyordum…
Aynı söz, başka türlü söylendiği zaman daha mı rahat anlaşılıyor?
– Evet! Algılarımıza daha rahat hitap ediyor. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Bakın Sufilerin yüzyıllardır yaşadıkları şeyleri, Batı dünyasının yeni bir keşif gibi söylemesi hoş bir şaka gibi. Öte yandan Batı’nın bilimsel katkıları da tartışılmaz. Kuran ise, yeryüzüne gelmiş en muazzam şey. Kuran’da ve tasavvufta geçen bazı şeyler, bilimsel olarak da kanıtlanmış durumda. Kuantum diye bir bilim var artık. Benim altını çizmek istediğim de bu, her şey Allah’ın ilmi aslında…
Siz nesiniz? Kimsiniz?
– Ben Renginim. Herkes gibi, Adem tohumuyla var olmuş biriyim. Kadın-erkek ayırmadan, hepimizin Adem tohumuyla var olduğunu fark edebilen biriyim. Sırf bu yüzden saygıya layık varlıklarız. Rengin olarak bir içsel yolculuğum oldu. Hâlâ da devam ediyor. Ben kendimi bilmek istedim. Ama Allah’ı bilmeden kendimi bilemeyeceğimi fark ettim. Bu yolculuk sırasında da bize din diye aktarılmış olan şeyler arasında bana iyi ve güzel gelmeyen ne varsa, ‘nasıl aşılır’, ‘nasıl fark edilir’ ve ‘doğrusu nasıl yaşanır’; bunlara kafa yordum. Ve sonunda kendi içimde bir açılım oldu. Tabii bu uzun yıllarımı aldı. Bu kitapta da bunları anlatıyorum…
Biz genelde din âlimlerine alışığız. Onlar Kuran’ı bilirler ama kuantumla ilgilenmezler. Ya da kuantumla ilgilenenler tasavvufu dikkate almazlar. Bilim adamlarının bir kısmı da Allah’a inanmaz. Benim ilgimi çeken, siz üçüyle de ilgileniyorsunuz…
– Ben din adamı nedir, doğrusu çok bilmiyorum. Evet, kendilerine din adamı diyenler var. Öyle tarif ediyorlarsa, mutlaka öyledirler. Benim onlarla bir alakam yok. Şunu fark ettiğimi söyleyebilirim: Eğer böyle bir yolculuk yapacaksak, bir şeyleri fark edeceksek, ilk önce kendimizdeki mekanizmayı işletmemiz gerekiyor…
Siz de öyle mi yaptınız?
– Evet. Allah bu alemi, bilinmek ve muhabbet için yarattığını söylüyor Kuran-ı Kerim’de. “Bilinmekliğimi istedim. Beni biliniz” diyor. Demek ki Allah, bilinebiliyor! “Ben âlemlere sığmam, bir müminin gönlüne sığarım” diyor. O zaman ben “Gönül nedir?” diye bir soru sordum kendime. Ve bu gönül nasıl hareket eder? Sözünü ettiğim şey, bu dünyada kullanmaya alıştığımız ‘kıyasi akıl’dan ziyade, bilince, yani gönle geçebilmek. Ben gönlümü biraz daha ortaya koyabilmeye talip oldum. O sonsuz aşk ve muhabbet denilen yeri talep eden bir tarafım oldu. Ama herkes talep edebilir bunu, herkeste bu mekanizma var…
Açalım bu söylediklerinizi… Siz, bu kitabı bize ne anlatmak için yazdınız?
– Aslında bir şey anlatmak için yazmadım. “Mesaj vereyim, birine bir şey öğreteyim” diye bir çabam da yok. “Ama bir söz söyleyeyim” diyen bir halim var. Sözü de ilk önce kendime söylüyorum. Kendime söyleyemediğim bir sözü zaten bir başkasına söylemem. Bize, şah damarımızdan daha yakın olan ve bilinmekliğini isteyen Allah var. Kadın, erkek, zengin, fakir, çöpçü, işadamı kısacası herkese, şah damarından daha yakın! Ve yolculuğumuz onu bilmeye doğru, kimseyi ayırt etmeye doğru değil. Ama bizi ayırt eden ve bu boyuttaki vücudumuzu koruyan bir amigdalamız var. Beynimizde bir sistem. Yani ‘kıyasi aklımız.’ O da ispat istiyor. Oysa gönül, eminlik istiyor. Allah da, gönülle bilinebiliyor! İspatla, kıyasi akılla değil…
‘Kıyasi akıl’, başa bela o zaman…
– Bu sorunun cevabını ben veremem. Bakın, kuantum dolaşıklarıyla herkes birbirine bağlı. Bunu Batı dünyası fiziken ispatladı. Mesela biri bir şey yapmak istiyor diyelim, kitap yazmak istiyor, müzik bestelemek istiyor. Ama o, daha bunu yapmadan bir bakıyor ki başkası yapmış! Sebebi şu: Kuantum dolaşıklarıyla, hepimiz birbirimize bağlıyız ve muazzam hareket eden bir enerji alanı var. Bu da ispat edildi. O yüzden de siz yapmazsanız, o fikri bir başkası hayata geçiriyor. Onun o fikri hayata geçirmesine, ‘kıyasi akıl’la bakarsanız, kıskanabilirsiniz. Ama kolektif bilinçle bakarsanız bu sizi mutlu eder. Böyle bakmayı öğrenmek de elimizde…
İnsanın kendini bilmesi nedir?
– Kendini fark etmesidir. Ama bu mental alanda olan bir şey değil. Yani ‘kıyasi aklın’, bulabileceği bir şey değil. Ancak gönlünüzün derinliklerinden bir onay çıkar, ‘iç ses’ de denebilir buna. İşte kendini bilmek, bu iç sesimizi fark etmemizden ibaret. Bunu fark ettiğiniz vakit, o yerde Allah’ın bütün esmaları, isimleri, her şeyi yer alır. Ve daha bir sürü derinlikler. Tamamen algının açılmasıyla fark edilen bir nokta. Şöyle bir örnekle anlatayım: Cep telefonuna bakıyorsunuz, devamlı yeşil bir tuş görünüyor, whatsapp’ı gösteriyor. Ama size gösteren olmamış, orada olduğunu da bilmiyorsunuz ama orada. İşte her şey, orayı fark etmenizden ibaret. Ama ‘bilmek’ değil. Hatta çoğu zaman bilmeye gayret etme çabası, o noktayı bulmanızı zorlaştırıyor…
“Kuran ‘Oku’ mesnevi ‘Dinle’ diye başlar”
Kuran’ın, Arapça yazılmadığını söylüyorsunuz, sizce nece Kuran?
– Rabca. Kuran-ı Kerim, “Oku!”, Mevlana’nın Mesnevisi “Dinle” diye başlıyor. Okuyabilmek için o lisanı bilmek, öğrenmek gerek. Kuran-ı Kerim Arapça değil, Rabca. Arapça olsaydı, tüm Arapça bilenler okuyup anlayabilirlerdi. Ebu Leheb, Ebu Cehil, Arapça bilmelerine rağmen anlamadılar…
Açar mısınız biraz?
– Normal kıyasi bir akılla da okunabilir Kuran. O zaman Arapça bilmeniz yeterli. Ama ben gönül haliyle okunması gerektiğine inanıyorum. Gerçekten Arapça olsaydı, bütün Arabistan Kuran biliyor olurdu. Ama öyle değil. Demek ki, bunun anlaşılması için başka bir hal, başka bir lisan gerekiyor. Bu da Rab lisanı bana göre. Rab lisanı da öğrenilebiliyor. Herkes buna mazhar. Her bir insanın özünde bütün bu esmalar var. Kimseye özel değil. Allah, her insana şah damarından yakın…
“Evime gelen başımın üzerine buyursun!”
Siz nasıl böyle evi açık, gönlü açık biri oldunuz?
– Ben bilmiyorum, ben ne oldum. Ben hiç bir şey olmadım.
Bazen öyle bir cümle yazıyorsunuz ya da söylüyorsunuz ki, insanın o an aklındaki meselesinin yanıtını vermiş oluyorsunuz. Nasıl oluyor?
– Eğer böyle ise gerçekten, bir tek insan bile böyle hissettiyse… Çok şükür! Bir kişinin bile gönlüne gittiyse söylediklerim, bir kişinin bir damla yarasına veya sorusuna merhem olduysa, bir yanıt bulduysa… Ben rabbime milyonlarca kere teşekkür ediyorum.
Niye insanlar sizin evinize sohbete geliyor? Huzur mu buluyorlar, şifa mı buluyorlar?
– Estağfurullah. Bilmiyorum. Ben de gidiyorum, yalnız benim evime geliyorlar diye bir şey yok. Gelen başımın üstüne buyursun. Olabildiğince buyursun. Belki de samimiyet hakikate, hakikat de oradan bir şifaya dönüşüyordur.
“Nefsini bilen, Rabbini bilir”
Kitabınızın başında soruyorsunuz: “Sen kimsin? Bu aleme niye geldin? Yaratılış amacın nedir? Siz, kendiniz için bu soruların cevabını verebiliyor musunuz?
– Belli miktarda verebiliyorum. Hepimizin, ‘yaradılış sebepler alemi’nde bir sürü şey var ama Allah diyor ki, “Ben, sizi, bana kulluk edin diye zuhur ettim.” İnşallah bunun hakikatini biraz fark edebiliriz…
“Alem bana ayna imiş, ben bu dünyaya bunun için geldim” diyorsunuz…
– “Bakmak” demek, seyretmek demek. Hatta buna tasavvufta “seyrü süluk” denir. Eğer biz seyre geçebilirsek, olaylara ve durumlara tepkisel haliyle yaklaşmayı bırakırsak, aynı olayları başka türlü görebiliriz. Hatta zıtlıkları, ‘farklılık’ olarak görebiliriz. Bu sadece bazı insanlara özgü değil, hepimiz bu şekilde bakmayı öğrenebiliriz…
Siz diyorsunuz ki, burası bir manyetik alan…
– Evet. Hepimiz, bir anne-babadan, manyetik bir alana doğuyoruz ama farkında bile değiliz. Ve bu manyetik alanda DNA’larımız var, annemizden babamızdan geçmiş bir sürü kayıtlarımız var. Bu alanın, bir nefs alanı, bir manyetik alan olduğunu fark edersek, başımıza geleni de okuma gayretimiz olur…
Nasıl yani?
– Her şey, bize bir şey söylüyor aslında. Başımıza gelen her şey, bize, “Hayatı oku!” diyor. Zaten Kuran da “Oku!” diye başlıyor. Eğer bunu fark edersek, öğrene öğrene ilerliyoruz. O zaman da, “Ha tabii ya!” diyoruz, “O olay buydu! O yüzden oldu, başıma geldi, yaşandı…” Ama kişi ancak kendi özünden isterse bunu fark edebilir…
Ya istemezse…
– O zaman işte, “Neden ben, neden ben” diye sorup durur. Başına gelenlerden de bir ders almayabilir. Tekrar benzer şeyleri yaşayabilir. Bu boyutun birtakım gerçekleri de var. Polarite gibi. Yani zıtlıklar. Yani iyi-kötü kavramları gibi. Eğer istersek, demin de dediğim gibi, biz bunları ‘fark’ olarak görebiliriz. Kendi içimizde yolculuk yapmaya niyet edebiliriz. “Nefsini bilen, rabbini bilir” denir. Rab ismi için, kendi özümüzdeki esmalar denebilir. Ve o esmalar, bizi bir şeye zorlar. Rab öğreticidir, bizi zorlayandır. Allah’a yakınlaşabiliriz. Ama o da sadece gönülle olur, kıyasi akılla değil. Kuran’ı okurken, kendimizi de okuruz. Fakat “Bu başıma gelenler neden oluyor” diye isyan etmeye devam edersek, kendimizi okuma zamanımız gelmemiş demektir. Çünkü reaksiyonda duruyoruzdur, reaksiyonda olduğumuz şeyi okuyamayız…
“Hepimiz Ademiz, Adem de bir bilinç hali”
Kuran’da kadın-erkek ayrımının olmadığını söylüyorsunuz. Bu ne demek?
– Kuran’da eril ve dişil kavramları bir arada. Yani erkek diye yorumladıkları her şey, kadınlar için de geçerli. Dişi olarak söylenen her şey de, erkekler için geçerli. Ama bu ancak ‘gönül hali’nde fark edilebilir…
Hepimiz Adem miyiz yani?
– Evet. Adem de bir bilinç hali. Cinsiyeti yok.
Peki Kuran, kadını nasıl konumlandırmış?
– İslam, barış demektir. İslam kelimesi, selamdan ve selametten gelir. Eğer o kişi, selamete erdiyse, o hal bir barış halidir. Onu da Allah bilir. Kadının içindeki Allah değil de başka bir şey mi? Hepimizin içindeki Allah. Kısacası kadın-erkek diye bir ayrım yok. Birçok şey söyleniyor. Diyorlar ki, “Ama Kuran’da var!” Ben bakıyorum yok…
“Kabe’de kadın erkek birlikte namaz kılıyor”
Cenaze namazını kadınların erkeklerle birlikte kılabileceklerini söylüyorsunuz…
– Evet, Kabe’de da kılınıyor. Bence birlikte kılınmasında bir mahsur yok. Ama başka türlü düşünenler var, bunu böyle yaşamak istemeyenler var. Herkese saygım var.
Sizce Kuran’a göre örtünmek de mi gerekmiyor?
– Gerekli ya da gereksiz demiyorum. Ben öyle bir şey görmüyorum. Herkes nasıl isterse öyle yapsın. İster örtünsünler, ister örtünmesinler. Ama bana göre İslam’ın şartı değil, imanın şartı da değil…
“Alem bana aynaymış, bun bu dünyaya bunun için geldim!”
Siz, operacı bir babanın kızısınız… Çocukluğunuz Moda’da geçiyor. Dindar bir aile mi?
– Hayır, hiç değil. Gayet seküler bir aile. Annem babam Selanikli, oruç tuttuklarını gördüm ama namaz kıldıklarını görmedim. Babam çok iyi tenor. Her operayı çocukken en az üç kere izlemişliğim var. Hayatımızda müzik, sanat hep oldu. High School’da okudum, sonra da Boğaziçi’nde ekonomi. Bir sene de Fransa’da kaldım. O yüzden benim namaz kılmaya başlamam, çevremde devrim etkisi yarattı. Allah, bana namaz kıldırıyorsa herkese kıldırır!
Siz tek çocuk musunuz?
– Evet. Annemin benden önceki iki çocuğu ne yazık ki ölü doğuyor. Üstüne bir de düşük yapıyor. Her hamileliğin sonunda, annesini rüyasında görüyor. Elinde bir saksı var, içindeki bir çiçeği koparıp, toprağa geri gömüyor. Ve annem, doğacak bebeğinin öleceğini bir şekilde biliyor. Gerçekten de üç bebek, sizlere ömür oluyor…
Çok fena…
– Evet. Sonra bir komşusu duruma çok üzülüyor, onu Yeşilköy’de bir hocaya götürüyor. Hoca, anneme, “Senin yakında bir çocuğun olacak” diyor, “Lehimsiz bir gümüş halka yaptır, doğarken içinden geçir! Bir de bu bebek için gerekli harcamaları, 40 gün, 40 Mehmet’ten dilenerek karşıla. Bir de muska vereceğim sana, etrafına koy, zamanı gelince o bulacak!” diyor.
Ve siz, dünyaya geliyorsunuz…
– Evet. Doktor olan Mehmet Amcam, beni o halkadan geçirmiş! Bir gün o muskayı da, gerçekten buldum. İşin ilginci, lehimsiz gümüş halka, 40 Mehmet ve diğer her şeyin, kuantum alanında bir gerçeklik olduğunu bugün biliyoruz. O zamanlar hacı hoca işiyken, sonraları bunların fiziksel bir bilim olduğunu öğreniyoruz…
Nasıl bir çocukluk?
– Mutlu bir çocukluk. Soran, sorgulayan, özgür. Hep müzikli. Üniversite günleri eğlenceli ve keyifli geçti. Eşimle de Boğaziçi’nde tanıştım, mühendislik okuyordu. Severek evlendik. Zaman geçtikçe birbirimizi daha da çok sevdik.
Peki namaz kılmaya nasıl başladınız?
– Ha işte o, hayatımın en önemli dönüm noktası! Bir arkadaşım beni bir kişisel gelişim seminerine götürdü. O gün orada bana, “Kurbansın. Kurban rolü oynuyorsun” gibi bir şey söylediler. Birden bire bu söz beynimde patladı. Bir sonraki seansta, kendimi beni bile hayrete düşüren şu sözleri söylerken buldum. “Herkese teşekkür ederim. Ben bu dünyaya niye geldiğimi çok iyi biliyorum. Tüm alem benim aynammış meğer… Ben gidiyorum” Bu lafları neye istinaden söyledim bilmiyorum. Ama o andan itibaren resmen hayat planım değişti. Hayatımda başka bir oluşumun başlamasına izin verdim…
Nasıl yani?
– İçsel bir yolculuğa çıktım. Bir süre new age takıldım. Refleksoloji, reiki, energo, kinesioloji önüme ne gelirse okudum, eğitim aldım, öğrendim. Sonra, dinlere merak saldım, Kuran okumaya başladım ve derken namaz kılmaya başladım…
Siz hep inançlı mıydınız?
– Amin! Mümin olmanın, çok kolay bir iş olmadığını düşünüyorum. Ben kimseye inançlı inançsız demiyorum, ‘amin’ diyorum.
Kitabınızda ilginç anektodlar var, Kıbrıslı Şeyh Nazım’a gidiyorsunuz mesela…
– Evet. Öğrenilmiş kalıplara reaksiyonum olduğunu gördüm. O yüzden ona gitmek istedim. İçimdeki ses, onun bana yardımcı olabileceğini söyledi.
Siz ona gittiğinizde 6 aylık hamilesiniz, elinizde bavulunuz, karnınızda bebeğiniz Kıbrıs’a gidiyorsunuz… Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Bu bir çağrı mıydı, çekim miydi?
– İnanın hiç bilmiyorum. Çantamı aldım, “Hadi ben gidiyorum!” dedim. Ve gittim. Büyük kızım da okula başlayacaktı. Kendimi Kıbrıs’a gitmek üzere havaalanında buldum. Eşim, halden anlayan, tatlı bir insandır, hiç itiraz etmedi. Bir hafta kaldım, sonra Şeyh Nazım’la birlikte İstanbul’a döndük.
İyi de Nakşibendi şeyhi Şeyh Nazım sizi nasıl karşıladı? Nihayetinde tanımıyor sizi…
– Çok anlayışlı ve sevgi doluydu. Fakat benim zihnimdeki din algısının değişmesi için bir süreç gerekti. Bir gün, “Şeyh Baba, ben biliyorum!” dedim. “Ne biliyorsun?” dedi. “Alem bana aynaymış, ben bu dünyaya bunun için geldim!” dedim. Gülmeye başladı. “Peki” dedi, “Sen başın sıkışınca kimden yardım istiyorsun?” “Allah’tan” dedim. “Hayır” dedi, “Kendinden istemeyi öğreneceksin. Bir de küsmemeyi öğren!” Benim kafam karıştı tabi…
Küsmemeyi anladım da, kendinden yardım iste derken neyi kastediyor?
-Şunu: İçimizdeki özümüzle, buradaki varlığımızın bir olması için bir tamamlık hissi gerekiyor. O yüzden bilmek, aslında “hıh” diye bir onaydan ibaret. Soruların cevapları da içimizde…
O, size üçüncü çocuğu doğurmanız gerektiğini söylüyor, “Bir çocuk sana gelmek istiyor, kabul et!” diyor… Bunu nasıl açıklıyorsunuz? O bunu nasıl biliyor?
-Bilmiyorum, açıklayamıyorum. Ama gerçekten de bir süre sonra hamile kaldığımı öğrendim.
Çocuklarımız bizi seçiyor mu?
-Olabilir.
Sonra hayatınızda başka bir dönem açılıyor, Melami mürşidinize terfi oluyorsunuz…
-Evet. Benim başka bir yolculuk yapmam gerekti. Hayatımın önemli bir bölümü o Melami mürşidimle geçti…
Ne kadar süre?
-16 yıl.
Peki bunca eğitimden geçince ne oluyor? İnsan kendi içinde nasıl bir yolculuk yaşıyor?
-Valla, o yolculuk hiç bitmiyor…
Sizin evinize gelip sizi dinleyenler, kendilerinin farkına varabilmek için mi geliyorlar? Bir cümle, bir kelime kapabilmek için, doğru yolu bulabilmek için mi?
-Estağfurullah, ben öyle düşünmüyorum. Bir kere ben talebeyim. Demek ki gönülden bir şey görüyorlar ve geliyorlar. Ne mutlu bize. Hepimiz bir şeyleri fark ediyoruz ve öğreniyoruz. His, duadır. Yargısız his ise duanın ta kendisidir. Sevmek, sevebilmek her şeydir. Sevmenin aslı nedensizdir. Nedenlere bağlı olana aşk denmez. Allah ise aşkın ta kendisidir…
Siz kendi içinizde, “Neden?” değil ama “Bu nasıl bir şeydir ya rabbim?” diye sorun. Cevabın geleceğinden de emin olun. Şimdilerde, “Evrene sor, evrenden iste!” diyorlar. ‘Secret’ da öyleydi ya. Bence sorulması gereken evren yerine, Rab, yani kendi özünüz. En önemlisi de, sorduğunuz veya “İstiyorum” dediğiniz şeyden emin misiniz? Emin olun. Söylediğiniz her şey, saniyenin bilmem kaçı içerisinde bütün alemi dolaşıp önünüze madde olarak geliyor. Şu anda benim söylediğim ulvi, uhrevi bir şey değil, basbayağı fizik! Tasavvuf da, “Sözüne dikkat et!” der.
Namaz neden önemli?
-Namazın, tersten de yazılışı “zaman.” Namaz, bir akış. Hiç durmadan var olan bir akış. Namazın bir sürü işaretleri var, bizim nefs alanımızda, bilinç alanımızda, ruhsal alandaki bir sürü hakikatin işareti. Bana göre İslam dinindeki bütün idraklara, duraklara, bilince, aşka ve muhabbete işaret ediyor.
“Susumak, konuşmaya başlamaktır!”
Diyorsunuz ki, “Mesele, cennete girmek değil, olduğumuz yeri cennette çevirmek…” Bunu nasıl yapabiliriz?
– Siz gönüldeyseniz, cehennem gibi olan bir ortam, ‘çat’ diye cennete çevrilir.
“Susmak, konuşmaya başlamaktır” diyorsunuz… �
– Doğru. İçimizde devamlı işleyen, kayıt gibi bir şey var. O, bir lokma susabilse, içimizden, özümüzün sesini duyabiliriz. Ve özümüz konuşur. O yüzden susmak, konuşmaya başlamaktır.
“Neden?” sorusunu sormayın” diyorsunuz…
– Evet, sormayın. Çünkü sizi, aynı olaya geri götürecektir. Ama tekrar aynı olayı yaşamak istiyorsanız -belki tekrar ihtiyacınız vardır- o zaman “Neden?” sorusunu sorabilirsiniz. Farkındalık için “Nasıl?” sorusunu sorun. Cevabı size yavaş yavaş yaklaşacaktır…
Hayatta en önemli şey nedir?
– Bana göre Allah aşkı ve muhabbeti. Ve onun, içimizde bir yerlerde olduğunu bilmek, sonra da onu bulmak…
Güneş Bazen Mavi Doğar söyleşi ve imza günü
3 Haziran Cumartesi 15:00
.
.
.
.
.
.
.
.
.